Chloe Kwell rudolf steiner iv. sınıf
Mesaj Sayısı : 28 Kayıt tarihi : 09/03/13 Nerden : Liverpool
| Konu: Chloe Kwell C.tesi Mart 09, 2013 1:59 pm | |
| Chloe Kwell - Spoiler:
Başıma gelenin bir lanet olmadığına inanmaya başlayalı yıllar oldu. Kutsallıktan arınmış bir fırsatla karşı karşıya olduğumu fark etmek sandığımdan uzun bile sürdü diyebilirim. Amacım sizi sıkmak değil, hayır. Sadece bu gördüğünüz şeyin altında yatan şeyleri sizlere açıklamak istiyorum. Dört yüz yılımı oturarak geçirmediğimi. Eskiden olduğum şeye geliş evrelerimi. Size okuyun diye yalvarmayacağım. Ama okuduktan sonra hayatınızın bir kısmını boş geçirdiğiniz için bana yakınmayın.
İskandinav kökenli biri olarak küçükken bile normalden soluk bir tene sahiptim. Açık renk ten varlıklı ailelerin bir sembolü olduğundan annemin tabiriyle “bir lütuf” idim. (Beni şimdilerde görse mutluluktan mest olurdu herhalde.) Küçük, kalın, kırmızı ve dolgun dudaklarım, çocuksu, küçük, yuvarlak omuzlarım vardı; buna eklenen altın sarısı bukleler ve açık renk yeşil gözlerle yarattığım etki şimdikinden farksızdı. İnsanların bana bakarak büyülendiğini gördükçe ben de kendimden büyülenir olmuştum, bunu sadece çocukluğuma bağlıyorum. Yine de bu hallerim annemi mutluluktan delirtiyordu adeta. Kızlı erkekli kalabalık ailenin en sevileniydim. Kahkahalarımı duyan kardeşlerimin her birinin gözlerini kıskançlık ele geçirirdi. Bunu görüyordum ve bu durum öyle hoşuma gidiyordu ki…
Benden etkilenenler sadece ailem değildi, diğerlerinin ailemin aksine çocuksu sevimliliğimle ilgilenmediğini biliyordum. 1600lü yıllarda etik kavramı şimdikinden çok daha farklıydı, çok yaşlı adamların gencecik kızlarla evlenmesi geleneği de yaygındı üstelik. Bana bakan genç, orta yaşlı, yaşlı adamların sekiz yaşındaki yeni yeni gelişen körpe bedenimi henüz dönüştürülmüş kana muhtaç vampirler gibi arzuladıklarını görebiliyordum. Tüm küçük cilveleşmelerimi bizzat annemin tavsiyeleri üzerine gerçekleştiriyordum zaten. Annemin dileği on sekizime ulaşmadan zengin bir lordla izdivaçımı gerçekleştirmekti, bunu yapacağına da kesin gözüyle bakıyordu. Onun öğütleri aracılığında yaptığım her şeyin işe yaradığını görmek beni memnun ediyordu. Yirmilerinin ortalarında genç adamların yüzünü kızartabilme yetisi benim yaşımdaki hangi kıza verilmişti ki başka? İlgiye açtım, orası kesin. Onların benim bedenime sahip olma düşüncesiyle besleniyordum. Uygun tabiriyle “kendimi satabilmek” için aldığım dersler vardı bir de. Annem, dadım ve katibim bana şarkı söylemeyi, yürümeyi, oturup kalkmayı, masa adetlerini, konuşmayı, sosyalleşmeyi, neredeyse her şeyi öğretti. Bu dersler saatlerce süren yorucu derslerdi, buna rağmen sahip olacağım o duygu öyle tatmin ediciydi ki katlanıyordum. Kardeşlerimin gözlerinde gördüğüm saf öfke içindi belki de aslında, bilemiyorum. Bu tarz detayları hatırlayamayacağım kadar önceleriydi. Tek emin olduğum insanların hin düşüncelerini dışa vuran, istemsiz bir refleksti belki bu, o küçük, hin dudak kıvrılışını gördüğümde hissettiğim duygu.
Ah o duygu…Yaşamımdaki her şeye değerdi.
1600’ler, ne şatafatlı yıllardı öyle! Gösteriş uğruna enfes partilere ev sahipliği yapardı mütevazi malikanemiz. Annem işe yaramaz, alkolik ama zengin bir adamla evlendiğini kendine inkar edebilmek için bu tip eğlenceler düzenlemeye veriyordu kendini. Özellikle beni sergilerdi böyle zamanlarda küçük bir biblo gibi. Kendimi elden ele gezen bir kadeh yıllanmış, değerli şarap gibi hissediyordum. İnsanlar yanaklarıma yumulurdu küçük öpücükler için. Bukleleri omuzlarına sürtünen bir Claudia’dan farksızdım. Muhteşem hissederdim bu partilerde, yenilmez. Tüm salon danslarına hayrandım. Vakit geldiğinde annem beni koltuk altımdan kavrayıp bir tabure tepesine çıkarır –bunu sırf ilgi çekmek için yapıyordu oysa boyum yaşıtlarıma göre uzun sayılırdı- yeni cilalanmış gümüş bir kaşıkla kristal bardaklardan birine hafif hafif vururdu. Annem her zaman beni temel alarak yazardı şarkılarını, küçük kızını. Bir tanesi onun için çok özeldi. İşte bu şarkımı söyletirdi, onun yazdığı şarkıyı kaç kez dile getirdiğimi hatırlamıyorum;
Sade bir bahar günü, güzel bir kız, Papatyalarla bezeli saçlarıyla, Mayıs meltemi kokardı teni, Aynı ay akşamı, bir lordu sevdi.
Aslında şarkının son kısmı doğru değil. Bu küçük kehaneti tutmamıştı. On yedime geldiğimde eski hallerimden pek eser yoktu. Daha uysal, daha ağırbaşlıydım, sanırım her şeyi çok çabuk yaşadığımdan. Annem çok öncelerden bana talip arayışlarına başlamıştı fakat çocukluğundan kurtulmuş ben, o adamların bana attığı bakışlarda artık aynı hazzı yaşayamıyordum. “Yeni açmış petunya!” diye bağırırdı beni onların yanına getirdiği anda. Yeni açmış petunyasıydım ama en körpe anlarımda içime kapanmıştım. Gözlerden ve ilgiden uzak olma arzusundaydım. İlgiye olan açlığım bilgiye dönüşmüştü, merakım dizginlenemez bir yaban atı gibiydi. Evlenmek istemiyordum, koyu feministken hayır. Annem için bu olay kaçınılmazdı, her ne kadar gelenekler gereği önce büyük ablalarımın evlenmesi gerekli olsa da annem beni başıboş bırakamazdı. O bana uygun adamları araştırırken –belirteç paraydı tabii, haya ya da kişiliği değil- ben çoktan kalbimi kaptırmıştım birine. Hayır lord değildi. Bir lordla akraba olduğunu bile sanmıyorum, anca onun piçi olabilir. Beş parasız bir katip çırağıydı, benim katibimin çırağı. Bilgiye olan açlığımla kendimi kütüphaneye kapattığım o nice anlarda tanışma fırsatı bulmuştuk. Katibim ve küçük kardeşlerimin potansiyel katibi William’ın Victor adında bir çırağı vardı. Bir asker gibi yapılı bir vücudu yoktu, çelimsiz sayılırdı üstelik oldukça sakardı. Kısa saçları neredeyse her zaman dağınıktı. Hafiften kemikli burnunu aşan küçük çilleri sadece dikkatli gözlere açık ediyordu kendilerini. Saçları kum rengiydi sanırım, hayır hayır biraz daha koyu. Gözleri mavi miydi yeşil miydi hatırlamıyorum, orada bana her zaman sorgulayan, anlamaya çalışan bir ifade vardı. Merak, işte kelime bu. Merak açlığı olan bir kadın için tutulabileceği asıl şey. Teni saman kağıdı, parmakları mürekkep kokuyordu. William’ın ona katiplikle ilgili öğrettiği şeyleri bana anlatması için yalvarıp duruyordum. Bir süre sonra onu ikna etmeyi başarmıştım. Victor’un gözlerinde de diğerlerinde gördüğüm o şehveti fark etmem zaman almadı. Bunu saklamaya çalışırken o kadar tatlı oluyordu ki! Başlarda bunu amaçlarıma ulaşmak için kullanıyordum tövbekârca ama soğuk bir Kasım akşamı işler farklı gelişti. Ev ahalisi gecenin geç saatlerinde derin uykudayken yaktığım mumu demirden yapılma dayanıksız bir gece fenerine takıp –hani şimdilerde de var, mumu takmak için bir oyuğu ve tutmak için bir kulpu olan basit demir parçası- kütüphaneye indim. Geceliğimin dantelli etekleri toz topluyordu. Karanlık basamakların yerini bellemek için ayağımı önceden uzatıyor, sağlam bulduğum yere çıplak tabanımla basarak ilerliyordum. Eteklerime takılmamak çok zorluydu. Cılız mum ışığında koridorları geçtim, ev adeta ölüm sessizliğine kapılmıştı –sonralarda bu sese ne kadar alışacağımı bilmiyordum tabii- Kütüphane kapısına geldiğimde pirinç kapı kolunu buldum, ses çıkmasın diye yavaşça çevirdim. Victor ile gizli kapaklı bir çalışma ayarlamıştım, annemin dırdırından kurtulmak için güzel bir çözüm gibi görünüyordu. Kütüphaneye girdiğimde mum ışığına Victor’un gölgesi takılıp yok oldu. Eski gölgenin izlerini takip etti gözlerim, onu eski bir çalışma masasında parşömenlere gömülü buldum. Mavi gözleri ışığıma takılan ikinci şey oldu. Yüzü loş ışık altında baştan çıkartıcı görünüyordu. Gölgelerin yüzünü okşadığını hatırlıyorum, soluk, kitap kokan tenini.
Akşam önceden planladığımız şekilde geçmedi, kendimi ilk kez o akşam birinin arzularına boyun eğerken buldum, şevkle.. (Size detayları anlatacağımı bekliyorsanız yanılıyorsunuz, her ne kadar hatırlamak pahasına bunları bir yere yazacak olsam da insan içine çıkarmayı düşünmüyorum.) Bu küçük kaçamağımız dikkatsizlik sonucu devirdiğimiz mumla, daha doğrusu kütüphanenin yanmasıyla ifşa oldu. Şu an imkanım olsa Victor’a teşekkür ederdim, ailemin gözünde bu rezil fiyaskomla bana evlenmeden, özgür birkaç yıl kazandırdı, taliplerimi azalttı. Kimse dedikodulara konu olmuş, üstelik “kirlenmiş” bir kadını istemiyordu, bunun yerine iskele orospularıyla yatıp kalkmayı tercih ederlerdi. Büyümün etkisine kapılmamaları beni üzmektense rahatlatmıştı fakat annem dövünüp duruyordu, çıldırmış gibiydi. Çoktan on beşimde evlendirebileceği insanlar bulmuştu fakat o beklemeyi seçmişti, hırsları yüzünden daha zenginini bulmak için birkaç sene daha harcamıştı. Şimdi uğraştığı her şey buraya kadardı. Artık onun gözdesi değildim, hatta benden nefret ettiğine eminim. Zavallı, zavallı annem…
Olay unutulana kadar zamanım vardı, annem bu zamanda beni cezalandırmak için babama emanet edip diğer kardeşlerimin evliliğine yoğunlaştı. Babam, dediğim gibi ayyaşın tekiydi işte. Liman kenarındaki meyhanelerde gecesini geçirir, sabahları uyurdu (bu açıdan vampirlere çok benziyor.) Ona uzaktan baktığınızda soylu olduğunu fark etmenizin imkanı yoktu, annem onu ne kadar düzgün giydirirse o o kadar dağıtıyordu kendini. Geceleri çamurlu yerlerde sürünmenin etkisiyle domuza dönerdi. Onun sayesinde çok berbat koşullara sabırlı davranmayı öğrendim. Aşağılık sıfatlarla anıldım, aşağılık hareketlere maruz kaldım ama kendimi korumayı öğrendim, bu da iyi bir deneyimdi. Bilgi, her şey hakkında bilgi ve deneyim. Bu her şeyim olmuştu.
Annem kısa sürede cezamdan yeterince, daha doğrusu onun istediği şekilde, acı çekmediğimi anladı. Babama katlanmak zorunda kaldığım her gece anneme daha da acır olmuştum. Babam düşüncesizin tekiydi ve öyle para harcıyordu ki aile mirasını tamamen yemesi sadece birkaç yıla bakardı. Annemin asıl amacının kız kardeşlerimi ve beni kurtarmak olduğunu da leş gibi gecelerden birinde fark ettim. Anneme olan nefretim onunla beraber çoktan öldü, ama zayıflamaya ondan da önce başlamıştı. Yine de evlenmek istemiyordum. Annem gibi olmak istemiyordum diyeyim. Gençken daha özgür ruhlu olduğumu söylemeliyim. Kanım kaynıyordu, tam bir feministtim. Kendi işime vazife olmayan konulara ortak olur, argümanlara katılır, erkek gibi davranır ve erkek egomanyasını reddederdim. Erkek egomanyasının dilimden eksik olmayan bir kelimeydi o günlerde. Puro içer, at biner, polo oynardım. Yeterince bencil olmasam devrimi tek başıma getirebilecek kadar da deli bir özgürlük savunucusuydum. Dedim ya, oldukça gençtim. İnsanlık zaaflarından nasibimi almıştım. Lüks ve refah içinde yaşarken şanssız kesimi kendim sanarak ayaklı bir ironi teşkil ediyordum! Gençten de öte, aptaldım. Ne çok gezen biri ne çok okuyan, çok yaşayan bilir diyebilirim ancak. Yine de aptallığım hatadan çok yine kaderimi çizen şeylerden biri oldu. Aptal olduğum için çok şanslıydım.
Yirmilerin ortasında bir yetmişin sonlarına varan boyum, heybetli bir görünümüm vardı. Çocuksuluğum kadınlığa döneli epey zaman geçmişti. Dış görünüşüm beni yarı yolda bırakmıyordu buna rağmen soyluların mavi kanlarında akan itibar endişesi beni istenmeyen konumuna düşürdü. Kimse şık bir partide eşinin geçmişinden bahsedilmesini istemez. Bu da beni liman işçilerinin, gemicilerin, balıkçıların, fırıncı evlatlarının, meyhane ahbaplarının gözdesi yapıyordu. Bütün ablalarım evlendiğinden küçüklerin evlilikte önünü açmak için beni evlendirmesi gereken annem için yine öncelikli konuma gelmiştim, bunu tek sebebi güzel günlerin önünde duran bir taş gibi görülmemdi. Annem benden nefret ediyordu - evet hala. Fazla oyalanmadı bile bana koca bulmak için, buna karşın gene de işi zor olmuştu çünkü önceden dediğim gibi, talip sıkıntısı. Böylece yirmi altı yaşındayken beni isteyen ilk adamla nişanlandım. Adam seksen altı yaşındaydı, itibar telaşını bırakacak kadar yaşlıydı yani. Yürürken mezardan kalkmış gudubetlere benziyordu. Adama koca gözüyle bakma düşüncesi bile içimi kaldırırken kalkıp onunla evlenecektim bir de! Ne hazin bir son. Evlilik işlemlerine hemen başlanıldı, bu sırada geri kafalı gibi davranarak kocamın her türlü ilgisinden ve temasından kaçıyordum ben de, o esnada da kendimi tüccarlarla gezen yakışıklı ve genç şairlerin kollarından gezgin ve yine yakışıklı tiyatro oyuncularına atıyordum. Son günlerimdi ne de olsa. Düğün işlemleri ne yazık ki çok çabuk gerçekleşti. Tek şartım Barcelona’da evlenmekti, o zamanlar La Sagrada Família’nın inşaatına başlanmasına yüzyıllar vardı. Böylece bunak eş adayım beni kırmadı. Barcelona’da basit beyaz bir elbise, sarhoş bir rahip ve kulağıma düğün sonrası olacaklarla ilgili nahoş fanteziler fısıldayan koca adayı. “Evet ediyorum.” Maalesef ediyorum. Ailem dinine bağlı insanlardı. Ben her Pazar kiliseye giderek büyümüştüm. Tanrı inancım sağlamdı yani. Bu yüzden Tanrı’nın evinde bulunduğum o anda tek bir şey için dua ettim; Pelastustie* Ne kötü bir son benim gibi biri için, ne hüsran! Lakin hikaye bitmemişti değil mi? Kurtuluşum kadim bir silüetle belirecekti.
Düğün sonrası bindiğimiz at arabasında umutsuzluğun kollarındaydım, kolları varsa tabii. Gece yumuşak ve ılıktı, bu adamın yatağında olmaktansa umutsuzluğun kollarına atabilirdim kendimi. O daha şefkatliydi, çok daha soğuk olmasına karşın. Umutsuzluk ölümü getirirdi belki. Ah ölüm… Ne de tatlı geliyordu şimdi söylemesi. Ne de güzeldi bu evliliğin yanında. Kuolema.* Dudaklarımın oynadığını hissediyordum kelimeyle beraber. Kuolema… Minulle sovelias!* Şu an çok saçma geliyor yine de anlaşılır bir durum. Kocam benden kırk küsür yaş büyüktü. Tüm bedeni aylar önce bozulmuş bir tavuk filetosunu andırıyordu. Sarkıktı, pörsümüş. Bir de felaket bir kokusu vardı. Kurtuluşumun yumuşak olacağını düşünüyordum. Aksine sert ve saldırgandı.
Ara sokaklardan birinde at arabası sarsıldı. Kısrağın böğründen acı bir kişneme koptu. Kocam arabacıya seslendi ama hiç ses çıkmıyordu geceden. Ardından gölge gibi süzüldü o içeriye, gelişini göremedik bile. Gayet rahat bir pozisyonda kocamın yanında oturuyordu, her daim oradaymış gibi, daha yolun en başından. Kocamın 86 yaşında olduğunu söylemiştim, bu bir insan için oldukça geçkin bir yaş ve onlar bu tip şeyleri kaldıramaz. Tek söyleyebileceğim kısa sürdü. Kanı çekilmeden kalbi tekledi ve duruverdi. Boğazından ölüm hırıltıları yükseldi ve bitti. Bu kadar. Bir insan yaşamı şu kadarcık saniyede son bulabiliyor. Mum alevinin sönüşü gibi. Onun son saniyelerinde gözleri yabancıya takılmıştı. Korku buz gibi elini tenimde değdirirken –acaba onun da elleri var mıdır- olduğum köeşedeki gölgeye sinmiştim. Kurtuluşuma kavuşmuştum işte; ölüme. Yine de tüm isteğimi kaybetmiştim. Korkuyordum ve bundan utanmıyorum. O acınası halimle benden daha tanrısal olan bir varlıktan korkuyordum. Ölmemek için vazgeçebileceklerimi düşünüyordum kısık dualarımın ardında. Gene de adama bakmadan duramıyordum işte. Boyumuz neredeyse birdi. Ütülü kıyafetleri bozulmasın diye dikkatlice bacak bacak üstüne atmıştı. Kadiye ceketinin cebinde dantelli beyaz bir mendil vardı. Aynı kumaştan koyu gri eldivenleri gümüş kafası olan bir bastonun üzerine kapanmıştı. O uzun parmaklar arasından gümüş kafanın bir zebani motifi olduğunu fark ettim. Yüzünü göremiyordum, gölge bir peçe gibiydi. Damağım kurumuş nutkum tutulmuştu. Uzun beyaz elbisemin içinde titriyordum, evet evet titriyordum! Sormak istediğim onca soruya rağmen hiç cesaretim yoktu. Karanlıkta gülümsediğini fark ettim. Küçükken hayran olduğum o kıvrık gülümsemelerdendi onunki de, ama daha hin daha ürkütücüydü. Yavaşça öne eğilip kendisini gösterdi. Ay ışığı mükemmel hatlarını ustalıkla sergiliyordu. Uzun silindir şapkasını çıkarıp rahmetli kocamın soğuyan cesedi üzerine bıraktı. Hiçbir şeymiş gibi. Çok garip.
Onu incelemeye devam ettim, doğrusu bunu istemsizce gerçekleştiriyordum. Omuzlarına dökülen kestane rengi uzun saçları vardı. Çenesi eski yunan heykellerini andırırcasına geniş ve kemikliydi. Yüzüne çok yakışan düzgün bir burnu, hin gülümsemesinin kenarına ilişen bir gamzesi vardı. Dudakları inceydi, bu yüzden gülümsemesi onda muzur yaramaz bir çocuk imajı yaratıyordu. Ama en belirgin yanı gözleriydi. Ah o gözleri ne de Tanrısallaştırıyordu onu! O derin, açıklı koyulu gözler… İlk baktığım anda kendimi bırakmak istedim. Tatlı tatlı esen bir yaz akşamı meltemi gibiydi. Kopamadım, savruldum, kopmak istemedim. Halimden eğlenir gibi gülümsüyordu hala, biraz derinleşmişti sanırım. “Audrey… Uzun süredir seni izliyordum.” Sesi… Konuşmasına işlemiş bir Fransız aksanı vardı. Fransız mıydı emin olamadım? Bir piyano ezgisi gibi akıcıydı. Ne güzeldi o sesi… Baş döndürücü. İnsan oluşum beni savunmasız kılıyordu. İçimdeki keskin korkuya rağmen merakımı öyle körüklüyordu ki bu yaratık. Ne olduğunu bilmiyordum ama etkilenmiştim. Gördüğüm hiçbir şeye benzemiyordu. Biz vampirler hemcinslerimizi pek etkileyici bulmayız, en azından bu kadar değil. Ama o an secdeye yatıp kölesi olabilirdim. Ona kim olduğunu soracaktım ki gülmeye başladı. Bu bende anlık bir öfke yarattı, o an nasıl öfkelenebileceksem gerçi. Sorduğum soruların dolaylı yoldan cevaplandırılması ya da cevapsız bırakılması beni hep sinirlendirmiştir. Bu tam bir zaman kaybı, sonsuza dek zamanı olanlar için bile. Kanım yüzüme sıçramıştı ve gözlerim dolu doluydu. Yabancı kurtarıcım böylece ciddileşti ve gözlerini direk yüzüme dikti. Sanki bana değil içime bakıyordu, o kadar deliciydi bakışları. Bana bir ultimatom sundu; ya onun karısı olacaktım ya da ölecektim. Hayatımın kalanında ona sadık olmalıydım, tek şartı buydu. Sadakat… Sadakat hep benim için en değerli şey olmuştu. Sadakatimi kazananlar beni kazanırdı, bu doğru, ama sadakatimi kazandığını sananlar için büyük bir yanılgıydı bu. En ölümcülü.
O an bunları düşünmedim tabii, şapkası altında çürüyen adama göre kat kat iyi bir opsiyondu ve ben onun belirişiyle sandığımın aksine, ölüme hazırlıksız olduğumu anlamıştım. Sorgulamadan kabul ettim. Hoşnutsuz görünüyordu. “Diğer şıkkı seçmeni tercih ederdim.” Mırıldanışı bile öyle hoştu ki. Yine olsa yine kabul ederdim, daha bir şevkle elbet. Yanıma doğru kaydı. Varlığı bende iç gıdıklayıcı bir etki uyandırıyordu ama huzursuz edici bir yanı da vardı. Eldivenli eli saçlarıma gitti, göz hapsine maruz bırakmıştı beni. İstediğim de buydu, o an kesinlikle oydu. Sarı saçlarımı taradı parmakları, saçma duvağımı fırlatıp atarken saçlarımı çözdü. Gözümün önüne gelenleri kulağımın arkasına itti, bunları o kadar yavaş yapıyordu ki. Şimdi düşününce ne kadar zorlanmış olduğunu anlıyorum. Porselen bir bebekmişim gibi davranıyordu. Sert parmakları kulağımdan aşağı kaydı, boynuma, oradan da yuvarlak omuzlarıma. Parmaklarının soğuğu tenimi ısırıyordu ama sorun bir, farkında mıydım? Omzuma dökülen saçlarımı da geriye itip çıplak bıraktı boynumu. Burun delikleri genişledi, gözleri gözlerimden ayrılıp boynuma sabitlenmişti. Kanım hızlanmış olduğundan kalbimin sesini kulaklarımda, parmak uçlarımda duyabiliyordum. Zaman yavaşlamıştı sanki. Aşık olduğumu sanmıştım o an, ne büyük aptallık! Boynuma yavaşça yaklaştı, bir an durakladıktan sonra soğuk, küçük bir öpücük bıraktı. Tenime değil ruhuma inmişti adeta. Nasıl bilmiyorum sonra hatırladım. Annemi. Yüzünde öfkeli bir ifade vardı, bana bir kitabı doğrultmuş özellikle bir resmi gösteriyordu parmağını vura vura. Uzun tırnaklar. Uzun dişler. Kedilerinkine benzer ince gözbebekleri. Ürkütücü ama saçma bir çizimdi. “İblis!” diyordu. “İblis, şeytan, zebani! İblis şeytan VAMPİR!” Benzerliği kaçırmak imkansızdı. Kitapta yazanları hatırlıyorum. Victor onlarla ilgili birkaç dedikodu anlatmıştı, hatırlıyorum. HATIRLIYORUM! Ne yapıyorum ben böyle! Ama bilirsiniz, balık oltaya kapıldı mı nafile yere çırpınır. Kaçmak istedim, yapamadım. Bırakmadı. Yumrukladım. Milim oynamadı. Artık çok geçti. Rahmetli kocamınki gibiydi, kısa sürdü. Bitkin düşmüştüm son anlarda çabalamadım bile.
Yeni kocamın adı Juan idi ama ben onu tanıdığım müddetçe ona “Caz” diye hitap ettim. İlk başlarda ondan nefret ettim, o da benim hoşnutsuzluğum ne kadar çoksa bundan o kadar memnun oldu. Yaşını hiçbir zaman sormadım. Onunla ilgili hiçbir detayı kendi anlatmadıkça sormadım. Kıdemli ve yaşlıydı ama ilgilenmedim. Merakımı öldürmüştü, en azından ona karşı olan merakımı. Sadece ilgilenmedim işte. Yine de kısa sürede onu sevdim. Haşmetliydi ve bu kadarı bile yeterliydi. Varlığı beni çoğu zaman rahatsız hissettirdi ama yokluğu daha acı vericiydi. Kısa zamanda onu öyle sevdim ki. Tanıdığım çoğu vampire göre fazlaca insancıl tarafları olduğunu fark ediyorum düşündükçe. Kaliteli kumaştan ve kıyafetten hoşlanırdı. İnsanların ortaya çıkardığı sanat eserlerinden oldukça zevk alıyordu. Gündemdeki her şeyle ilgiliydi. Bana felaket düşkündü bir de, uzun süre durumuma alışana kadar dışarı çıkmama bile izin vermiyordu.
Dönüşüm sonrası deliye dönmüştüm. Güneşi bir daha göremeyecektim. Ailemi bir daha göremeyecektim. Hayatımı çalıp bana sonsuz zaman vermişti. Sonsuz zaman! Hayat eskisi gibi olmayacaksa ne yapacaktım o zamanda ben? Her şeyden özellikle kendimden ve Caz’dan nefret ediyordum. Ondan hem nefret ediyor hem de onu seviyordum. Yıpratıcı, çok yıpratıcı bir süreçti. Onu öldürmek istiyor ama deneme düşüncesiyle kanlı göz yaşlarına kapılıyordum. Onsuz neydim, ne yapacaktım? Tek başımaydım Caz’ı öldürdükçe sadece yalnızlığıma yalnızlık katabilirdim. Benim bu hallerime karşın oldukça sabırlıydı, yılların etkisi sanırım. Onun bana karşı şefkatli oluşu beni daha da sinirlendiriyordu. Olduğum şeye alışmak cidden zaman aldı. Ama geçen yıllar her şeye alışmanızı sağlıyor. İlk yüzyılımın yarısına geldiğimde duruma alışmıştım. Yine de zalimliğim uzun yıllara yayılan vicdan azaplarına sebep oluyordu. Caz düşüncesiz bir katildi, kimi asıp kimi kestiğini azıcık bile umursamıyordu. Elli yıl bir insan için bir ömür bir vampir içinse çocukluktur. Hala insandım sanırım o sıralar. Annem ve babam çoktan ölmüş, abim ve ablalarım tohumları aracılığıyla nesillerini sürdürüyordu. O geceden sonra kendimle ilgili bazı söylentiler duydum. Anlaşılan arabamıza hırsızlar saldırmış, kocamı öldürmüş –hiç dokunmadan üstelik- beni de kaçırıp tecavüz ettikten sonra öldürmüş ve saklamışlardı. Neden illa tecavüz edildiğimi yaydıklarını bilmiyorum, bundan zevk alan kesimin işidir muhtemelen. Biraz bile üzülmedim, ne de olsa ailem benim için biraz bile üzülmeyecekti. Bir dedikodu, bir fiyasko ve bir hiçsiniz. Soylular dünyasına hoş geldiniz.
Caz’ı çok seviyordum. Bendeki sevgi çoktan tutkuya, aşka dönüşmüştü. Yine de sonsuza kadar yaşamak aşkın da sonsuza kadar yaşayacağı anlamına gelmiyor. Yıllar yılı ona olan sevgim katlanırken onunki azalıyordu. Düğün akşamı kanım onu azdırırken ve nefretimle öğrenme tutkum onu heyecanlandırırken yıllar sonra onu ikisinin de azalışıyla gözünde değersizleşmeye başlamıştım. Ne de olsa beni elde etmişti, değil mi? Eskiden olsa erkeklerin aynı olduğuna dair bir şey sıkıştırırdım buraya.
1700lerin ortalarındaydık. Artık hepsinin geçici olduğunu bildiğimden dünyada olup biteni ve geçen yılları pek umursamıyordum. Ateşli argümanlar geride kalmıştı. Sadece kendimi açık etmemek uğruna bazı şeyler öğreniyordum, moda ve edebiyat gibi. Umurumda da değillerdi gerçi. Hepsini Caz’dan öğreniyordum, o fazla ilgiliydi bu duruma. Fransa’ya taşınmamız da bununla ilgili bir şey idi ama emin değilim. Orası da güneşi göremedikçe dünyanın diğer her yeri gibi soğuk cansız ve kasvetliydi bence. Fransa’ya gelişimizden on sekiz sene sonra geleceğimizi etkileyen bir olay oldu; Caz eve yeni dönüştürdüğü bir kızla beraber geldi. Anlaşılan ilk geldiğimiz sene bir olay olmuştu. “Hamile bir kadının peşine takılmıştım, hamile ya da değil sonuçta kan deposu.” Demişti baygın kızı yatağa bırakırken. Anlaşılan peşine takıldığı kadın doğurmaya başlayınca yanına yaklaşamamıştı. On sekiz yıl sonra voila! O gecenin sorumlusu buradaydı. Kıza baktığım anda neden onu oracıkça öldürmediğini anladım. Çok çok ama çok güzeldi.
Geniş alnına dökülen gece karası upuzun saçları, uzun, kıvrık kirpikleri, koyu bir teni vardı; Caz’ın onu dönüştürmesi birazcık ten rengini açsa da koyu teni olduğu hala belliydi. Kalın dudakları da yüzünde inanılmaz hoş duruyordu. Gözlerini açana kadar renklerini bilmiyordum, açtığındaysa o iki iri, siyah irisi karşımda buldum. İnanılmaz, inanılmaz bir varlıktı! Bir vampir için bile inanılmaz… Eloa köle bir kızdı. Annesinin mirası olarak esaretten başka bir şey almamıştı. Güzelliği ön planda olduğundan anlattığı kadarıyla alınıp satılan bir hayat kadını idi. Caz ona gelmiş ve teklifini sunmuştu. Nasıl hayır diyebilirdi ki, yaşamının son anlarında gibi hissetmişti aynı benim gibi. Ölümümle, o zamanlar böyle tasvir etmeyi severdim, kişiliğimin sivri kısımları büyük çoğunlukla yontuldu. Feministliğin saçma ve gereksiz olduğunu gördüm- hayatın kendisi gibi basit ve anlamsızdı. Ölümüm sanırım bni daha ağırbaşlı yaptı. Daha korkusuz, daha donuk, daha asil. Çevremde olup bitenle hiçbir ilgim yoktu. Caz’in Eloa’ya beslediği tutkulu aşk bana önemli gelmiyordu.Kıskanmalı mıydım? Neden? Caz’i daha çok kıskanıyordum. İlgimi ve dikkatimi çeken tek şey Eloa idi çünkü. Onda egzotik, mistik bir hava vardı. Masum, güzel, genç yüzü ne kadar muhteşemdi. Karanlık, yumuşak ve güçlü bir kadındı üstelik on sekiz yaşında dönüştürülmüş bir vampir için inanılmayacak derecede bilgeydi. Adımlarında güçlü bir amazon kadınının izlerini taşıyordu. Ah sevgili Eloa’m. Hiç kimsenin, insan ya da değil, ona bakarak etkilenmeme gibi bir şansı yoktu. Sadece hiçbir şey yapmadan durduğu anlarda bile yüzüne bakmadan duramıyordum. Caz’a yeni bir kadın getirdiği için kızmadım, aksine ondan fazla mutlu olduğuma eminim. Caz ve benim mutluluğuma karşın Eloa çok mutsuzdu. Herkes mi dönüştürülünce böyle oluyor? Benim ilk hallerime çok benziyordu, öfke ve nefret doluydu. Alışacağını düşüdüm. Nitekim o geçmişteki benden daha öfkeliydi. O on yıl boyunca Eloa Caz’ın karşısında hep nazik ve yumuşak başlı oldu ama o olmadığında ona beslediği kini görebiliyordum. Benimle konuştu, paylaştı. Geçici olduğunu söyleyip durdum ama her defasında kendime bu konuda olan inancım zayıflıyordu. Caz’a Eloa’nın hislerini söylemedim. Eloa’ya olan aşkım Caz’inkinden fazlaydı. Onu Caz’dan daha fazla istiyor, arzuluyordum. Bana Caz’dan çok daha çekici geliyordu. Caz’ı değil onu düşünüyordum. Eloa’yı tehlikeye atamazdım, Caz’ın onu öldürmesine izin veremezdim. Bu uğurda Caz’ı bile feda edebilirdim belki. Öyle de yaptım. Bir süre sonra Fransa’yı terk etme kararı aldık. Israr eden Eloa idi ve Caz onu hiçbir şekilde kıramıyordu. Küçük egzotik kuşunun arzusuyla onların peşine takıldım. Gece yolculuk eden bir tüccar kervanına takıldık, Caz insanların arasında yolculuk etme fikrinden hep büyülenmiştir zaten (doğrusu onları tahıl deposu gibi görüyordu) Grup akşam kamp kurup sabaha yolculuk edeceğini söylediğinde yolu yarılamıştık bile. Yapacak başka bir şey yoktu, hepsini katlettik. Vahşi bir soykırım gibiydi. Eloa için bulunmaz bir fırsattı. Göz açıp kapayıncaya kadar Caz’i ateşe verdi. O böyle bir açlık durumunda olmasa ve hazırlıklı olsa bunu önleyebilirdi. Hazırlıklı olsam ben de önleyebilirdim. Değildim, değildi. Caz, kocam, var oluş sebebim, yüz yıllık her şeyim, efendim… Devasa bir meşale gibiydi. Yanıyordu.
Hiçbir şey yapmadan durmak, ah ne acı! Vicdanım beni öldürecek, vicdanım… Anlamalısınız, elimden bir şey gelmezdi. Gelmezdi! Ne yapabilirdim ki? Onunla beraber yanabilirdim sadece. Eloa’yı seviyordum evet ama o benim her şeyimdi. Beni sevmese bile her şeyimdi Caz. Onunla beraber yandığımız hissettim. Yok olduğumu. Önce Eloa’yı öldürmek istedim. Bunu yapabilirdim de, ondan güçlüydüm. Ama yapamadım, insan sevdiğini öldüremez ki? Beni sessizleştirdi. Sakinleştirdi, hem manevi hem bedensel olarak destek oldu. Eloa’yı Caz’ı sevemediğim kadar çok seviyordum, hissettiğim arzu baş döndürücüydü. Onunla kaçtım, onunla avundum. Ona olan sevgim saplantıya dönüşmüştü. O kadar güzeldi ki! Upuzundu saçları, beline kadar. Kapkara, gözleri gibi. Yüzünün önüne düşerdi, yumuşak yüz hatlarına sürünür, dudaklarına dokunurdu. Her şeyiyle tamamen çok güzeldi. Her şeyi onunla yapmaya başlamıştım, onunla avlanıyor, onunla yatıyor, onunla sevişip onunla bekliyordum gecenin çökmesini. Ve benimdi. Yoldaşım, aşığım, her şeyim. Her şeyim. Ve bir gün gitti.
Dediğim gibi aşk da bir ölümlüdür. Eloa maymun iştahlı biriydi. Bir yerde kalmasının imkanı yoktu. Birine bağlı olamazdı. İstisna kabul etmiyordu da üstelik. Gitti. Başta üzülmekten çok korkmuştum, onun için. Tek başına kalmıştı ve yaratıcısını öldüren bir vampir her zaman tehlikededir. Daha sonra olması gerektiği gibi keder yıllarım başladı. Uzun bir süre seyahat etmek, beslenmek ve işte, yeni aşıklar edinmek önceliğim oldu. Caz’ın anısına biraz da insanları tanımaya açtım kendimi. Gittiğim yerlerde insanları besin ve arzu objesi olarak kullandım. Genç evli erkekleri yataklarından, eşlerinden kopardım. Küçük kız ve erkekleri annelerinin kollarından. Asker erkekleri, terzi kızları, hırsızları, kumarbazları, politikacıları… Hiçbiri ne Caz’ın yerini tuttu ne de güzel Eloa’mın. Ama yıllarımı öldürüyorlardı en azından. Caz’dan sonra kendimi öldürmeyi hiç düşünmedim. O nefret dolu anlarımda bile düşünmedim. Olduğum şeyden epey hoşnuttum. Büyülü Osmanlı topraklarından çöküntü Çin ulusuna kadar dolaştım. 19. Yüzyıla dayanmıştı seneler. İngiltere’ye yerleştim. İnsanlar çok farklıydı. Caz’dan oldukça yüklü bir para kalmıştı bana, kim bilir nasıl kazandı… Şehir dışında eski evime benzeyen bir malikane aldım. Fransız evlerine benziyordu, Victoria zamanından sanat eserleriyle dolu. Umurumda değillerdi, sadece eski anılarımı canlandırmaya çalışıyordum. Hayat –hayat denirse- berbattı.
Onunla tanışana kadar.
| |
|